DEVAM: 36. Müezzini
Duyan Kişinin Söyleyecekleri
حَدَّثَنَا
مُحَمَّدُ
بْنُ
سَلَمَةَ
حَدَّثَنَا
ابْنُ وَهْبٍ
عَنْ ابْنِ
لَهِيعَةَ وَحَيْوَةَ
وَسَعِيدِ
بْنِ أَبِي
أَيُّوبَ
عَنْ كَعْبِ
بْنِ
عَلْقَمَةَ
عَنْ عَبْدِ
الرَّحْمَنِ
بْنِ
جُبَيْرٍ عَنْ
عَبْدِ
اللَّهِ بْنِ
عَمْرِو بْنِ
الْعَاصِ
أَنَّهُ
سَمِعَ
النَّبِيَّ
صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَقُولُ
إِذَا سَمِعْتُمْ
الْمُؤَذِّنَ
فَقُولُوا
مِثْلَ مَا
يَقُولُ
ثُمَّ
صَلُّوا
عَلَيَّ فَإِنَّهُ
مَنْ صَلَّى
عَلَيَّ
صَلَاةً
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
بِهَا
عَشْرًا
ثُمَّ سَلُوا
اللَّهَ عَزَّ
وَجَلَّ لِي
الْوَسِيلَةَ
فَإِنَّهَا مَنْزِلَةٌ
فِي
الْجَنَّةِ
لَا
تَنْبَغِي إِلَّا
لِعَبْدٍ
مِنْ عِبَادِ
اللَّهِ تَعَالَى
وَأَرْجُو
أَنْ أَكُونَ
أَنَا هُوَ فَمَنْ
سَأَلَ اللَّهَ
لِي
الْوَسِيلَةَ
حَلَّتْ
عَلَيْهِ الشَّفَاعَةُ
Abdullah b. Amr b. As,
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i şöyle buyururken işitmiştir:
"Müezzini işittiğiniz vakit, onun dediğini siz de söyleyin. Sonra bana
salavat getirin. Çünkü kim bana bir defa salavat getirirse, Allah da o'na o
salavat sebebiyle on sevab verir. Sonra Allah'tan benim için vesîle'yi
isteyiniz. Çünkü vesile, Allah'ın kullarından (sadece) birine nasib olan
cennette bir makamdır. Umarım ki o bir kişi ben olurum. Her kim benim için
vesileyi isterse, ona şefaatim vacib olur."
Diğer tahric: Müslim,
salat, Nesaî, ezan; Tirmizi, menakib, Ahmed b. Hanbel; II, 168, 265, 365; III,
83.
AÇIKLAMA: Bu hadis-i şerifte
ezan okunurken ezanı işiten kimselerin aynen müezzinin söylediklerini tekrar
etmeleri istenmektedir ki,bunun nasıl olacağı bir evvelki hadiste genişçe
anlatılmıştır.
Biz
bu hadis-i şerifi açıklarken, hadisin içine aldığı ikinci mühim konuyu teşkil
eden Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) üzerine salavat getirmenin hükmü
üzerinde durmak istiyoruz.
Allah'ın
kuluna salat etmesinden murad rahmet ve mağfiret buyurmasıdır. Resul-i Ekrem
(s.a.v.)'in "Benim üzerime salavat getirin" buyurmasından maksat,
benim dünyada şan ü şerefimin yükselmesi, sünnetimin yayılıp kuvvet bulması,
ismimin yükselmesi, dinimizin ebediyete kadar hakim olması ve ahirette de
şefaatçi olmam için Allah'a dua ediniz demektir.
Bu
duanın nasıl yapılması gerektiğini Buharî, Sahîh'inde ve Ebu Davud ileride
gelecek olan 529 no'lu hadis-i şerifte şöyle rivayet etmişlerdir: "Her kim
ezanı işitir de, "Allahumme Rabbe hazihiddavetittaammeti ve selatul
kaimeh. Ati Muhammeden el vesilete vel fadile ve beashu Makamel Mahmude lillezi
vaadtehu = (Ya Rabbi, şu tam davetin ve daimi salatın Rabbi olan Allahım! Muhammed'e
vesileyi ve fazileti ver. O'nu vad ettiğin makam-ı Mahmud'a gönder)"
derse, kıyamet gününde o kimseye şefaatim vacib olur."
Bu
hadis-i şerifin zahirine bakılırsa müezzin de dahil olmak üzere, ezan sesini
işiten herkesin ezandan sonra Resulullah (s.a.v.)'e salavat getirmesi ve dua
etmesi müstehabdır. Zira müezzin de "sonra bana salavat getirin" emri
içerisinde dahildir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
Buharî,
Nesaî ve İmam Ahmed'in tahrîc ettikleri bir hadise göre, sahabe-i kiram Resul-i
Ekrem (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e; "Ya Resulallah sana nasıl selam
verileceğini biliyoruz. Fakat nasıl salat getireceğimizi ise bilmiyoruz"
deyince Resul-i Ekrem (Sallallahu aleyhi ve Sellem);
اللهم
صل على محمد
وعلى آل محمد،
كما صليت على
إبراهيم، إنك حميد
مجيد، اللهم
بارك على محمد
وعلى آل محمد،
كما باركت على
إبراهيم، إنك
حميد مجيد deyiniz" buyurmuştur. bk, 976 no'lu hadis-i
şerif
Hanefi
alimlerinden Ayni; "Ezan okunurken okunanları tekrarlamak ve Resulullah üzerine
salavat getirmek vacibtir. Bilhassa ezan içerisinde Resulullah'ın ismi
duyulunca bunun ehemmiyeti iyice ortaya çıkar. Nitekim İmam Tahavî
Resulullah'ın ismi zikredilince, salavat getirmenin vacib olduğuna
hükmetmiştir" diyor.
Ancak
salavat getirmenin de bir takım edebleri vardır: Bu edeblerden birisi,
müezzinin veya ezanı işiten bir kimsenin salavat, ancak kendisinin ve
yanındakinin duyacağı kadar alçak bir sesle getirmesidir. Bugünkü müezzinlerin
yaptığı gibi bunu yüksek sesle minarelerden ilan ederek okumak sünnet-i
seniyyeye uymayan bir bid'attir. Hayır, ancak sünnete uymaktadır. Yüksek sesle
sala verme adeti h. 781. yılının Rebiülevvelinde Salahaddin Yusuf b. Eyyub
zamanında ortaya atılmıştır. el-Mansur Kılavun zamanında h, 791 yılında ortaya çıktığı
da söylenir.[Menhel,
IV, 193.]
Bununla
ilgili olarak Tahiru'l-Mevlevî şu malumatı vermektedir : "700 tarihlerinde
Mısır hükümdarı olan Melikü'n-Nasır Seyfüddin Kılavun'un emriyle cuma
namazından evvel sala vermek usulü va'zedildi. 791 tarihinde ve Melik Salih b.
Eşref zamanında akşam dışında bütün ezanların akabinde (es-salat) okunmak
kararlaştırıldı."
İbnü'l-Hac
da Medhal isimli eserinde mescid imamlarının bu hususta dikkatli olmaları
müezzinlerin minarelerde işleyecekleri bid'atlere göz yummamaları lazım
geldiğini söylemekte ve sözlerini şöyle bitirmektedir: "Evet salavat
getirmek bir ibadettir. Lakin yerli yerince olmalıdır. Nasıl ki Kur'an-ı Kerîm
okumanın fazileti çok büyük oiduğu halde sünnete uymadığı için rükü'da, sücudda
ve tehiyyatta okumak caiz değilse, sünnete aykırı olarak salavat getirmek de
caiz değildir. Binanelayh hayır ve fazilet ancak ve ancak sünnete
uymaktadır."
İbn
Hacer el-Heytemî de bu mevzuda, "ezandan sonra okunan sela hakkında
şeyhlerimizden fetva istediğimiz zaman bize; Resulullah (s.a.v.)'e salavat
getirmek aslında sünnettir. Fakat günümüzdeki şekliyle salavat getirmeler
bid'attir" cevabını verdiler demiştir.
Sofiyye'den
İmam Şa'ranî de bu mevzuda şeyhinden naklen şunları söylemiştir: "Bugünkü
müezzinlerin yaptıkları salavat getirme şekline Resul-i Ekrem zamanında ne de
onun raşid halifeleri zamanıda vardı. Bu adet Mısır'da Rafizîlerin
hakimiyetleri zamanında ortaya çıktı."
Nitekim
Resul-i Ekrem (s.a.v.)'in hutbe esnasında sesi son derece yükselir, gözleri
kıpkırmızı olur ve son derece sert bir tavır takınır, sanki hücuma geçecek bir
düşman ordusunun tehlikesini haber verir gibi şunları söylerdi; "Sözlerin
en doğrusu Allah'ın kitabıdır. En doğru yol Muhammed'in (S.A.V.) çizdiği
yoldur. En şerli yol da din adına sonradan çizilip ortaya atılan yoldur. Din
adına ortaya atılan (fakat aslında dinden olmayan) her şey bid'attir. Ve her
bid'at sapıklıktır."[Buharî, buyu', meğazî; Müslim, iman; cuma; birr; İbn
Mace, mukaddime]
İmam
Şafiî (r.a.) de iyiliğin ve güzelliğin ancak îslamın koyduğu esaslar içinde
bulunduğunu, bunun dışına çıkan davranışlarda bulunamayacağını ifade
buyurmuştur.
Vesîle
ise, lugatta, başkasına yaklaşmaya vasıta olan şey ve hükümdarın yanında mevki
sahibi olmak anlamına gelir. Bu makam Kur'an-ı Kerim'de de beyan buyurulan ve
makam-i mahmud (övülen makam) denilen, Cenab-ı Nebi'in bütün mü'minlere şefaat
etme makamıdır. İleride de beyan edileceği üzere her mü'min Allah'ın izniyle bu
şefaatten nasibini alacaktır. Günahkarlar affa uğrayarak, günahsızlar da daha
yüksek makamlara yükselerek bu şefaatten yararlanacaklardır. Nitekim yüce
Allah, Kur'an-ı Ke-rim'inde "Muhakkak ki Rabbin seni bir makam-ı mahmud'a
gönderecektir"[İsra 79] buyurmuştur.
Bazı
Hükümler
1.
Müezzini işiten kimse müezzinin sözlerini tekrarlamalıdır.
2.
Ezan bittikten sonra Resulullah (s.a.v.)'e salavat getirmelidir.
3.
Bu ümmetin işlediği hayırların sevabı kat kat verilir.
4.
Muhammed ümmeti cennette bir makam olan vesilenin Resul-i Ekrem'e (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) nasib olması için dua etmekle mükelleftir.
5.
Aslında vesile Resul-i Ekrem'e mahsus bir makam olduğu halde Resul-i Ekrem
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) tevazuundan dolayı ümmetinden, bu makamın
kendisine nasib olması için duada bulunmalarını istemiştir.